Kayıtlar

2005 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Depremini Bekleyemeyen Ülke (2)

Resim
1999 Gölcük depremi ertesinde, Türkiye'nin deprem ülkesi olduğuna uyandığı bir döneme girdiğini, ancak henüz yolun başında olduğunu daha önceki bir yazımda ele almaya çalışmış ve yakın zamanda İstanbul merkezli yıkıcı bir depremin beklendiğinden hareketle, konuyu işlemeye devam edeceğimi söylemiştim. Kaldığımız yerden devam edelim. Sözkonusu İstanbul depreminin büyüklük bakımından Gölcük depreminden aşağıda kalır bir yanının olmayacağını öngören bilimadamları, son 2000 yıl içinde kaydedilmiş depremleri inceleyerek bu depremin 2030'a kadar gerçekleşme ihtimalini %62 olarak hesaplamış durumdalar. Beklenen İstanbul depremi konusunda yapılan çalışmalara bağlı olarak yapılan hesapların sonucunda ortaya konulanın, aslında bazı öngörüler olduğunu not ederek ve bu hesaplamaların detaylarına girmeden şunu söylemek gerekir: Evet, bu bir öngörüdür, çeşitli kabullere bağlı bir metodoloji sonucunda elde edilmiş bir olasılık değeridir karşımızdaki. Ancak, ortada, bilimsel bir değer taşıyan

İkinci Maç - Oyuna bir çelme (2)

Resim
Son yazımda , 12 Kasım 2005'te Bern'de oynanan maçı ve bu maçın ardından yaşananları, biraz "iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına" hissiyatıyla, biraz da 16 Kasım'da İstanbul'da oynanacak ikinci maça dönük projeksiyonları bağlamında, ele almaya çalışmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim. İlk maçı takip eden günler içerisinde, Türkiye cenahında, anahatları; peyderpey tansiyonu yükseltmek, "göze göz, dişe diş" düsturuna müracaat ederek toplumun intikamcı duygularını harekete geçirmek, böylece bir yandan ateşli bir taraftar baskısına zemin hazırlayıp diğer yandan da rakibin gözünü korkutmak şeklinde belirlenmiş bir stratejinin tedavüle sokulduğunu gördük. Bu, Türkiye için yeni sayılmayacak bir taktikti. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme maçları kapsamında, 2 Nisan 2003'te Sunderland'de karşılaştığımız İngiltere'ye yenildikten sonra, Türkiye, 11 Ekim 2003'te İstanbul'da İngiltere'yi ağırlayacağımız rövanş maçı öncesinde, b

Stat Dışı Bir Maç Analizi (1)

Resim
2005 Ekim ayı başında, Almanya'da 2006 yazında oynanacak olan dünya kupasına katılacak son 5 takımı belirleyen kura çekimi sonunda, Türkiye milli takımı, İsviçre ile 12 Kasım 2005'te deplasmanda ve 16 Kasım 2005'te kendi sahasında, iki baraj maçı oynamak üzere eşleştiğinde, Türkiye'nin böylesine utanç verici bir duruma düşebileceği, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Gerçi, ana lisanı şiddet olan, en ufak bir tahrik karşısında kendini kaybeden ve bu andan sonra gözü kararıp sağa sola şuursuzca saldıran, her şey olup bittikten sonra da yaptıklarını tahrik oluşuyla meşrulaştırmaya çalışan Türkiye toplumunun, gerek futbol alanında gerekse hayatın diğer alanlarında defalarca tanık olduğumuz, mütecaviz karakterini unutmuş değildik. Ama İsviçre ile alıp veremediğimiz bir şey olmadığı için, işin bu raddeye varmasını da beklemiyorduk haliyle. 12 Kasım'da Bern'de, maça gidenlerden öğrendiğimiz kadarıyla, stada gelinceye dek, her şey yolundaydı. Milli takım kafilesi günle

Türkiye'nin Depremle Olan İmtihanı (1)

Resim
Anadolu anakarası, girintili-çıkıntılı Ege ve Akdeniz kıyılarından ve özellikle hareketliliğiyle dünya çapında nam salmış Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattından da anlaşılabileceği gibi, yüzyıllardır süregelen ciddi yer hareketlerinden muzdarip, bir anlamda şanssız bir yarımada. Üzerinde yaşayan insanların tecrübe etmek zorunda kaldıkları büyük depremlere ve bilimadamlarının kapsamlı çalışmalarına rağmen, Türkiye toplumu, bir deprem ülkesinde yaşadığını ve buna göre yaşamını düzenlemesi gerektiğini, ne yazık ki ancak 1999 Gölcük depreminden sonra farkedebildi. Bu -gecikmeli- farkına varma ve kabullenme hali, bu depremin geniş ve nüfus yoğunluğu fazla olan bir alanı yıkıcı bir şekilde vurmuş olması kadar, depremin, Türkiye ekonomisinin candamarı sayılan ve bu ayrıcalığından ötürü, medyada yer tutma açısından, her zaman Türkiye'nin diğer bölgelerine oranla alenen kayırılagelmiş olan Marmara Bölgesi'ni, bilimadamları açısından sürpriz sayılmayan, ancak deprem dersine yüz vermeyen toplu

Müzmin Bütünleme Dersimiz: Tarih

Resim
Tarih, sosyal bilimler arasında, benim için çok özel bir konuma sahip olan bir bilim dalı. Yıllarca, her Türkiye'li genç gibi, Türk Milli Eğitim sisteminin cenderesinde kalmış bir insan olarak, ortaöğrenimim sona erdiğinde, "tarihle bir daha işim olmaz" demem beklenirdi herhalde. Ancak, tersine; bu eğitim sisteminin ezberci, dünya tarihinden koparılmış ve yanlı resmi tarih kalıplarının, üzerimde, tarihe büyük bir merakla ve hevesle yönelmek gibi kışkırtıcı bir yan etkisi oldu. Maalesef, bu cendere, her bünye üzerinde aynı etkiyi yaratmıyor. Nitekim, tarih, 21. yüzyıl Türkiye toplumunun en sorunlu olduğu alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Kalabalık ve genç bir nüfusa sahip bir ülkede yaşıyoruz, ama aynı zamanda bir kitabın herhangi bir baskısının 1000 adetle sınırlı olduğu, keza, en çok satılan gazetenin, zorlama promosyonlarla bile, 1 milyonluk bir tiraja erişemediği bir ülke burası. Hatta, hala okuma-yazma kursları düzenleyerek, buradan mezun olan yaşlı başlı insa

Bir İyelik Sorunu

Resim
Göçebe bir kültürden geldiğimizden midir bilinmez, yaşadığımız çevreyi sahiplenmekte ciddi güçlükler çekiyoruz. Bu güçlükler çeşitli şekillerde kendini gösteriyor. Örneğin, üzerinde yüzyıllardır yaşadığımız topraklarda, geçmişten miras kalan değerli yapıları restore ederken özensiz davranıyoruz; Side'deki antik kent kalıntılarının içerisine betonarme sütunlar sokuşturmakta herhangi bir sakınca görmüyoruz. Ya da Sümela Manastırı'nda olduğu gibi, bloklar halinde mozaiklerin sökülüp kaçırılmasına göz yumuyoruz. Hatta manastırın içini kaplayan kesif sidik kokusundan da anlaşılacağı üzre, asgari bir bakımı bile çok görüyoruz bu özel mekanlara. Bu değerleri sahiplenmediğimiz için, bu mirası korumak gibi bir kaygımız olamıyor, dolayısıyla, bu mirasın başına gelenler de bizi pek ilgilendirmiyor. 6-7 eylül olaylarını anmak amacıyla, daha birkaç ay önce, İstanbul Beyoğlu'nda açılan serginin fiili saldırıya uğrayışı gözümün önüne geliyor da, belki de Türkiye insanının bu konudaki hale

Plaza - Son sözler... (4)

Resim
Bir süredir kurcaladığım plaza konusuna bir nokta koymaya geldi sıra. Son olarak, plazadan içeri bir adım atmış ve ilk izlenimlerimi aktarmaya çalışmıştım. Dedektördü, turnikeydi derken bütün engelleri aştıktan sonra içeriye sızmayı başardığınızda, plaza hayatının, aslında modern kapitalist toplumun her gün tekrarladığı bir iş ritüelinden başka bir şey olmadığını gözlemliyorsunuz. Büyük şehirlerde her sabah görmeyi kanıksadığımız yoğun araç trafiği, bir müddet sonra, plazalara akın eden insanların turnike önlerinde oluşturduğu kuyruklara dönüşerek ortadan kayboluyor. Uzayıp giden turnike kuyruğu ise, bu engeli aşan insanların bu kez de tıpış tıpış asansör sırasına girmesiyle, turnike ardına taşınarak sürüyor. Asansörler yardımıyla katlarına dağılan plaza çalışanlarının yerlerine oturmasıyla birlikte, ritüelin sabah faslı nihayete ermiş oluyor. Bu işleyiş, özellikle çalışanların üzerlerindeki üniformamsı takım elbiseleri de hatırlandığında, askeri bir intizam görüntüsü veriyor. Katlard

Plaza - İçeride havalar nasıl? (3)

Resim
Geçenlerde, plazalara şöyle bir dışarıdan bakmaya çalışmıştım. Yetmedi, bir tur daha attım plazaların etrafında, belki kaçırdığım bir şeyler olabilir diye. Açıkçası, sabahları bir plazanın döner kapısı önünde gamsız bir şekilde uyuyan tekir kedi ile plaza etrafında konuşlanan hoşsohbet simitçi amca dışında, hayata dair herhangi bir detay gözüme çarpmadı. Özetle, plaza, dışarıdan, gösterişli bir yabancılaşma abidesinden başka bir görüntü vermiyor. Bu kez, biraz daha cüretkar davranıp içeri girelim ve bu yabancılaşmanın anatomisine bir giriş yapalım. İçerisi, ihtişam ve kullanılan teknoloji bakımından, dışa yansıyan görüntüyü pek aratmıyor, dolayısıyla burada bir tutarlılık sözkonusu. Yani, "dışı seni yakar, içi beni" demek mümkün değil. Bu tür yapıların, özellikle akıllı oluşu öne çıkarılır, herhalde dışarıdan bu güce karşı saygı duymakta bazı tereddütlerimiz varsa, bunları, içeri girdiğimizde gördüklerimizi, insan zekasını aşan üstün bir zeka şeklinde yorumlamamız ve hayran

Yirmi Detay

Resim
Favori uğrak blog limanlarımdan "Lezzetin İzinde"nin evsahibesi sevgili Başak , "elim sende" oyununa beni de katmış ve seçtiği 3 ebeden biri olarak beni göstermiş. Ne diyelim, öncelikle teşekkürler... Bu turda, oyunun kuralı, kendimize ait 20 detayı verip yeni 3 ebeyi sobelemek. 20, tek başına küçük bir sayı, ama iş, insanın kendini tanımlamak üzere 20 detay vermesine gelince, birden büyüyüveriyor bu iddiasız sayı. Düşünsenize, size özel sayılabilecek detayları, hem de 20 detayı, etrafta kim var kim yok diye bakmadan, blog üzerinden orta yere dökmeniz isteniyor. Bu yüzden zor bir görev var önümde, ama zoru severim ben, o yüzden memnuniyetle bu oyun davetini kabul ederek girişiyorum huzurlarınızda kendimi sergileme görevine. 1) Tutkulu bir yanım vardır, bazen dozunu kaçırır, saplantı haline getiririm tutkularımı. Bir kere gönlüm kapılmaya görsün bir kadına ya da bir güzelliğe, nerede duracağımı bilemem. Bereket, bu kapılma anını seyrek yaşarım, kolay kolay etkilenmem

Türk Solu - Durumdan Çıkan Vazife (2)

Resim
Son yazımda , Türk Solu'nun içine düştüğü ve kanımca ülkenin geleceği üzerine kafa yoran herkesin de dikkate alması gereken çıkmazı, kabaca tanımlamaya çalışmıştım. Sözkonusu olan, herhangi bir siyasal hareketin güç kaybı değil; ideolojik düzlemin iki ana ekseninden birinin tamamen silinmesidir. Bu durum, ülkenin yönünü belirleyen iç politika kapsamında ele alınacak basit bir denge problemi olarak yorumlanıp geçiştirilecek bir siyasi gelişmeden çok daha fazlasını ifade ediyor. Aynı zamanda, özellikle önümüzdeki yıllarda, dış politika sahnesinde başbaşa kalacağımız AB ile ne düzeyde bir uyum tutturabileceğimizi belirleyecek bir gerçekle, bu oyunda Türk tarafının suflörsüz bir halde rolünü oynamak zorunda kalmasıyla karşı karşıyayız. AB'ye üyelik sürecinin müzakere düzeyinde resmen başlamasıyla birlikte, süreç karşıtları gittikçe daha yüksek sesle kampanyalar yürütür hale geldi. Hükümet kanadının, bu rüzgara direnmeye yetecek içtenlikten ve donanımdan uzak olduğu ise aşikar. Geld

Türk Solu'nun Hal-i Pürmelali (1)

Resim
Samuel Beckett'in yenilgi üzerine sarfettiği o ünlü cümleye, çoğunuz bir yerlerde rastgelmişsinizdir: "Denedin, yenildin. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!" Hayatın herhangi bir alanında bizi karşılayan tatsız deneyimlerdir yenilgiler ve insanı, çeşitli derecelerde sarsan ve hemen akabinde ciddi bir toparlanma ihtiyacını yakıcı bir şekilde hissettiren deneyimlerdir. Ne kadar hazırlıklı girdiğinizi düşünseniz de bir mücadeleye, ister istemez galibiyete şartlanırsınız. Bunun dışında aldığınız bir sonuç, hayalkırıklığıyla başlayıp depresyona kadar savrulmanıza sebep olabilecek bir salınım sürecini tetikler. Beckett, yenilginin içerisinde barındırdığı ve bize sunduğu yenilenerek gelişme imkanlarını hatırlatır, ki bu salınımın depresif ucuna meyletmeden önce şöyle bir soluklanalım ve olup bitenleri bir gözden geçirelim. Türkiye'nin son 25 yılına damgasını vuran en acı yenilginin öznesidir Türk Solu. Ancak Türk Solu'nun -zaman zaman bazı kolları Beckett'in anaf

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Resim
Plazaya dışarıdan bakarken, insanı en çok rahatsız eden, insan doğasının olumlu yanlarını törpüleyen yapısı oluyor ister istemez. Son yazımı , plazaların, hayatın öncelikli alanlarından biri olarak gördüğüm siyasetin canlanmasına ket vurmasından sözederek tamamlamıştım. Kaldığımız yerden devam edelim. Siyasetin yanısıra, hayatı yaşanır kılan diğer alanlarda da, plaza çalışanlarının yeteneklerinin köreldiğini görmek zor değil. Bir plazadan -amatör bir anlayışla bile olsa- müzik grubu çıkabilir mi? Hayalgücü bir mengeneye sıkıştırılmış plaza insanlarının edebiyata, sinemaya bakışının sınırlı kalacağı aşikar degil mi? Plazada çalışan insanların, siyasi faaliyete göre nötr bir yerde duran ve dolayısıyla daha güvenli addettikleri bu alanlara ilgi göstermediği değil iddiam. Farkında olmadan tutuculaşan plaza çalışanları, bu alanlardaki popüler ve kalıcı etkiler bırakmayan örneklere merak salıyor. Popüler kültürün de plazalarla ve çalışanlarıyla bir alıp veremediği olmadığı için, hatta tersin

Tomek

Resim
Tomek, bir hayal kahramanı. Kahraman sözcüğü, bir insan için kullanıldığında, ilk anda gösterişli anlamlar çağrıştırır. Ya doğaüstü bir güzelliği temsil eder kahraman, ya da olağanüstü güçlere sahiptir, bunu iyi ya da kötü amaçlar için kullanır. Sonuçta, kolay kolay günlük hayatta rastlayabileceğiniz bir tipleme değildir. Tomek, bu şartları sağlamayan bir kahraman; tersine gayet sıradan, hayatın içinden bir insan. Tomek, annesiyle birlikte yalnız bir yaşam sürüyor. Hani dizi dizi, sevimsiz, çok katlı toplukonutlar yığını olur ya büyük şehirlerin kenar mahallelerinde, işte öyle bir çok katlının içerisinde; küçük, mütevazı bir dairede günlerini geçiriyor. Yalnız ve mutsuz bir adam, annesiyle de paylaştığı fazla bir şey yok. Zaten içine kapanık ve fazla konuşmayan bir hali var Tomek'in. İddiasız ve tamamen kendine ait bir dünyası var. Kaybeden bir kişilik olduğu her halinden belli. En büyük zevki, yüksek irtifadaki dairesindeki odasından, dürbünü yardımıyla, karışamadığı gündelik haya

Plaza - Dışarıdan bir bakış (1)

Resim
Türkçe'ye ofis gökdeleni ya da çok katlı iş merkezi gibi tanımlarla çevrilebilir plaza. Burada, plazanın etimolojik ya da tarihsel kökenlerine, bu tanımın daha ötesinde girmeyi pek gerekli bulmuyorum. Sadece, bir yeni kıta üzerine, daha birkaç yüzyıl önce, o toprakların sakinlerini hızla yokederek yerleşmiş Avrupa çıkışlı bir göçmen kültürünün mimari alandaki doğal fukaralağının bir sonucu olarak, plazaların öncelikle ve yaygın bir biçimde ABD'de görüldüğünü söyleyip geçelim. Batılılaşma macerası yine son iki yüzyıldır devam eden memleketimizde bu yapı tarzı, '80'lerin ortalarından bu yana ivmelenen kapitalistleşme sürecine eşlik edercesine, hatta bu sürecin kamuoyu nezdinde tescil edilmesinin temel yakıtı şeklinde kullanılarak boy vermeye başladı. Şimdilerde, büyük şehirlerde irili ufaklı örneklerine rastlamak artık çok olağan. Tanımı gereğince, paranın yoğunlaştığı bölgelerde, semtlerde inşa edilmesine dikkat ediliyor. Dolayısıyla, plazaların yerleşim stratejisi şehri

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...

Resim
Yazma edimi, en önemli insani iletişim yöntemlerinden birisi. Daha çok, insanın asli işlevlerinden olan düşünme yetisinden beslenmesine bağlıyorum bunu. Bir başka temel insani iletişim yöntemi olan konuşma edimine kıyasla, daha kontrollü bir edimdir yazmak. Düşünce, üstüste birkaç elekli bir zihinsel süzgeçten geçtikten sonra yazıya dökülür; söylenecek sözü ölçüp biçmek ve ifade edilecek düşünceyi tartmak için yeterince vakit vardır. Oysa dilin kemiği yoktur. Bu anlamda, insanlara ulaşmakta daha güvenli bir kanaldır yazmak. Öte yandan, içini dökmekten başka bir derdi olmayan insanın bir tercihi olarak da görülebilir. Ama en önemlisi, ölümlü insanın dünyaya bir iz bırakma ihtirasıyla açıklanabilir yazma ihtiyacı. Çünkü duyguyu, düşünceyi kayıt altına alır yazı. Başlıkta da dendiği gibi: "Söz uçar, yazı kalır." Bu yüzden, hep bir muhatap arar yazı, çünkü kağıda düştüğünde tek başınadır, cansızdır ve onu okudukça hayata getirecek yabancı bir çift göz arar en azından. Muhatap ara