Türk Solu - Durumdan Çıkan Vazife (2)

Son yazımda, Türk Solu'nun içine düştüğü ve kanımca ülkenin geleceği üzerine kafa yoran herkesin de dikkate alması gereken çıkmazı, kabaca tanımlamaya çalışmıştım. Sözkonusu olan, herhangi bir siyasal hareketin güç kaybı değil; ideolojik düzlemin iki ana ekseninden birinin tamamen silinmesidir. Bu durum, ülkenin yönünü belirleyen iç politika kapsamında ele alınacak basit bir denge problemi olarak yorumlanıp geçiştirilecek bir siyasi gelişmeden çok daha fazlasını ifade ediyor. Aynı zamanda, özellikle önümüzdeki yıllarda, dış politika sahnesinde başbaşa kalacağımız AB ile ne düzeyde bir uyum tutturabileceğimizi belirleyecek bir gerçekle, bu oyunda Türk tarafının suflörsüz bir halde rolünü oynamak zorunda kalmasıyla karşı karşıyayız.

AB'ye üyelik sürecinin müzakere düzeyinde resmen başlamasıyla birlikte, süreç karşıtları gittikçe daha yüksek sesle kampanyalar yürütür hale geldi. Hükümet kanadının, bu rüzgara direnmeye yetecek içtenlikten ve donanımdan uzak olduğu ise aşikar. Geldiği tartışmasız mağlup konumuna karşın, ilk filizlendiği '60'lı yıllardan bu konuma gelinceye kadar geçirdiği 40 yılı aşkın süre içerisinde; insan hakları, özgürlük ve sosyal devlet kavramlarının yerleşmesi uğruna yılmadan çalışan ve buna bağlı olarak elde edilen kazanımların öncüsü olan Türk Solu, bu geleneğiyle, AB sürecinin de vazgeçilmez bir parçasıdır aslında. Çünkü AB'nin -henüz olgun bir birlik yapısına erişemediğini kanıtlayan mevcut sıkıntılarına rağmen- istisnasız bütün üyelerinin üzerinde uzlaştığı bu temel değerler, Türk Solu'nun uzmanlık alanına girer. Bu temel değerler yolunda yıllardır mücadele eden Türk Solu dışında, bu konularda, Türkiye'de, bu hareketten daha birikimli ve daha deneyimli kadroları bulunan bir başka siyasi hareket daha olmadığını düşünüyorum. Bu potansiyelini hatırlamak, Türk Solu'na uzun süredir eksikliğini hissettiği özgüveni ve prestiji sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda sol yanına felç inmiş bir halde ilerlemeye çalışan Türk siyasetine, eski hareketli günlerine dönme şansını da verecektir.

Ancak bu perspektifi benimseyebilmesinin ön şartı, uğradığı yenilginin nedenlerini iyi analiz edebilmesidir. Bu oldukça derin bir konu. Dolayısıyla, son yıllarda çeşitli platformlarda ciddi bir şekilde ele alınan bu konuyu, bir blog sayfası içerisinde açıklayabilecek kadar iddialı değilim. Sadece bu analizi kısaca yapmaya çalışarak bu alanda süregelen analiz çalışmalarına kişisel bir katkıda bulunmak denilebilir benimkisine.

Herhangi bir mücadelede alınan yenilginin temel olarak dört sebebi olabilir:
1) Rakibinize ya da rakiplerinize karşı yeterince iyi hazırlanmadan mücadeleye girişmiş olabilirsiniz.
2) Mücadele sırasında, hiç hesapta olmayan, sizin dışında gelişen koşullar karşınıza çıkar ve bunlarla başedemeyebilirsiniz.
3) Mücadelenin başından sonuna kadar, konsantrasyonunuzu istikrarlı bir çizgide koruyamamışsınızdır.
4) Mücadele için yanlış sıklet seçmiş olabilirsiniz.
Sondan başlayalım: Genel olarak sağ seçmen cenneti olarak görünen Türkiye'de, yenilginin nedeni böyle bir sıklet sorunu gibi görünebilir. Ancak '77 yerel seçimlerine, Sol söylemleri öne çıkararak giren ve sonuçta %41 gibi bir oy oranı yakalayan CHP ile 1989 yerel seçimlerinde %33'lük bir oy oranına erişen SHP, bu teşhisi geçersiz kılıyor. 3. neden, özellikle '70'li yılların ikinci yarısında, dikkatini ve enerjisini sokak çatışmalarına yoğunlaştıran Türk Solu için geçerli olabilir. Ancak bütün bir mücadele süreci düşünülünce, bu da çok kaydadeğer bir yenilgi etmeni olarak değerlendirilemez. Bu noktada, '90'lı yılların sonundan günümüze kadar uzanan süreci, değerlendirme dışında bırakıyorum. Çünkü bu yıllar, Türk Solu'nun kayıtsız şartsız bir teslim bayrağını çektiği ve bir nevi kış uykusuna yatmaya -mecburen- karar verdiği bir döneme denk geliyor.

Bana göre, yukarıda anılan 1. ve 2. nedenler, yenilgide belirleyici olmuştur. Burada, her iki nedenin yarattığı etkilerin farklı zamanlarda, birbirinden bağımsız bir şekilde cereyan etmemesinin, tersine bu etkilerin üstüste binerek gelişmesinin, yenilgiyi daha da kesinleştirdiğini kaydetmek gerekir. 2.nedenin etkileri, bu bağlamda şöyle özetlenebilir: Özellikle '80'li yılların, dünya çapında bir neoliberal düzene geçişin miladı haline gelmesi, Sol cenahta, 12 Eylül darbesinin sarsıcı kroşesi üzerine bir nakavt yumruğu gibi hissedilmesine yolaçmıştır. Ancak bu tür olağandışı olaylar, önemli tarihsel dönüşüm anlarında gündeme gelir. Eldeki veriler, kısa vadede, bu denli çarpıcı gelişmeleri, siyasal depremleri, Türkiye'de ve dünya ölçeğinde elele gelişecek bir tarzda beklemenin gerçekçi bir öngörü olmadığını gösteriyor.

Bu durumda, Türk Solu, öncelikle 1. neden üzerine dikkatini vermeli, yani hazırlıklarını iyi yapmalı. Türk Solu'nun önünde, yeni bir mücadele alanı ve buna bağlı bir diriliş imkanı doğmuş durumda; AB'ye üyelik sürecinden başka bir şey değil bu alan. Bu, parametrelerini gayet yakından tanıdığı bir denklem aslında Türk Solu için. AB'nin temel değerlerini yanlış anlamadan, yanlış yorumlamadan mücadelesinin müfredatı olarak görebilecek bir Sol, bu değerlerle arasındaki tarihsel akrabalık bağlarını hatırlayarak söylemini kurma cesaretini gösterecek bir Sol, kesinlikle galip çıkacaktır mücadelesinden, ki bu galibiyet salt Sol'un değil Türkiye'nin de yararına olacaktır.

Foto: Schroeder'in konuşması, 12 Ekim 2005, İstanbul.(Kore kökenli Young Times isimli yayının web sitesinden alınmıştır)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
sizin de belirttiğiniz gibi bir blog sayfasında tamamıyla ele alınabilecek bir konu değil, ama siz de 'bence' olabildiğince güzel anlatmışsınız... elinize sağlık.. bu site daha çok genç olmasaydı (müdavimi artmış olsaydı) çok uzun tartışmalara da neden olabilirdi. çünkü haliyle kendi bakış açınızı dile getirmişsiniz.
Tomek dedi ki…
Konu; hassas, derin ve tartışmalı bir konu, farkındayım. Ama benim için çok önemli bir konu, çok öncelikli bir sorun bu, o yüzden bir an önce, bu blog'da bu konuya bir girizgah yapmak istedim. Bu blog'un yaşına gelince; evet, daha emekleme sürecinde, yoksa böyle tartışmalı bir konu, daha yoğun bir takipçi trafiği yaşayan blog'larda, çoktan, blog'u forum havasına sokardı. Bu açıdan bakınca biraz zamana ihtiyacı var bu blog'un, içerik ve süreklilik açısından rüştünü ispat edene kadar tabii. Ondan sonrası için iyimserim, bu blog'la bir fikir alışverişine girenlerin sayısının, bir zaman sonra kaydadeğer sayılara ulaşmasını umuyorum.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...