Türk Solu'nun Hal-i Pürmelali (1)

Samuel Beckett'in yenilgi üzerine sarfettiği o ünlü cümleye, çoğunuz bir yerlerde rastgelmişsinizdir: "Denedin, yenildin. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!" Hayatın herhangi bir alanında bizi karşılayan tatsız deneyimlerdir yenilgiler ve insanı, çeşitli derecelerde sarsan ve hemen akabinde ciddi bir toparlanma ihtiyacını yakıcı bir şekilde hissettiren deneyimlerdir. Ne kadar hazırlıklı girdiğinizi düşünseniz de bir mücadeleye, ister istemez galibiyete şartlanırsınız. Bunun dışında aldığınız bir sonuç, hayalkırıklığıyla başlayıp depresyona kadar savrulmanıza sebep olabilecek bir salınım sürecini tetikler. Beckett, yenilginin içerisinde barındırdığı ve bize sunduğu yenilenerek gelişme imkanlarını hatırlatır, ki bu salınımın depresif ucuna meyletmeden önce şöyle bir soluklanalım ve olup bitenleri bir gözden geçirelim.

Türkiye'nin son 25 yılına damgasını vuran en acı yenilginin öznesidir Türk Solu. Ancak Türk Solu'nun -zaman zaman bazı kolları Beckett'in anafikrini özümsemiş girişimlerde bulunsa da- adeta bu sözün geçersizliğini kanıtlama misyonunu üstlendiği ve giderek "Yenilen pehlivan güreşe doymaz." durumuna evrildiği gözüküyor. Her seçim dönemi, Türk Solu'nun daha kötü yenilişine tanıklık ettiğimiz bir sonuçla kapandı. Dahası, bir sonraki seçim dönemine, yıllardır bütünlemeye kaldığı derslerine yine çalışmadan, sadece "yenilen pehlivan"ın kör hırsıyla bilenerek siyaset minderine çıkmaktan bir türlü vazgeçemediğini gözlemledik. Seyircilerin artık izlemekten yorulduğu bu süreç, iç ve dış konjonktüre bağlı yıpratıcı gelişmelerin Sol'un cazibesini yitirmesine neden olması yetmiyormuş gibi, toplum nezdindeki arta kalan prestijinin de unufak olmasına hizmet etti.

Günümüz Türkiyesi'nde, "sol" sözcüğü bile, ciddi bir anlam kaymasına uğramış durumda. Ciddi, saygın ve sözü dinlenir pozisyonunu kaybetmenin ötesinde, "sol"'un içinin boşaldığını ve Türk insanına, popüler nostaljinin malzemesi olmanın ötesinde, bir şey ifade etmediğini görüyoruz. Öyle ki, bir hastane köşesinde öleceği günü bekleyen, kaderine terkedilmiş kimsesiz bir hasta gibi, yenilgiyle biten bir seçim döneminin ertesinde bile kimsenin üzerine konuşmaya dahi gerek görmediği bir yalnızlığı yaşıyor Türk Solu. Onu yalnız bırakmadığını iddia eden, ancak onun durumunun vehametini anlamaktan uzak, mesnetsiz ve samimiyetsiz destek mesajlarıyla sözde ona moral veren kuru bir kalabalık var başucunda. Bir de, nadiren ve dostlar alışverişte görsün hesabı, ölüm döşeğindeki bu hastayı ziyarete giden CHP var. Ama bütün bu hasta yakınları, hastanın hissettiği yalnızlığı katmerli bir hale getirmekten başka bir işlev göremiyor.

Özellikle '60'ların sonunda meclise adım atışıyla birlikte, ülke genelinde pratiğe geçen Sol hareketlerin vites büyüttüğü ve '70'lerin işçi bayramlarında yüzbinleri meydanlara toplayabilecek bir kitleselliği yakaladığı günlerden sonra, gelinen bu nokta gerçekten çok hazin. En azından, demokratik sistemler için elzem olan siyasal denge açısından, Sol'un terazinin kendine ayrılmış kefesinde yerini alması gerekir. Ancak Batı'daki öncüllerinin aksine, köklü bir geleneğe sahip olmayan ve beslendiği kaynaklar sınırlı kalan Türk Solu, doldurması beklenen o kefeden -tüy gibi hafifledikten sonra- uçup gitmiş gözüküyor.

Bu tartışmasız yenilgi tablosunu kaba hatlarıyla çizdikten sonra, yenilginin analizine girişmekte sıra. Bunu da bir sonraki yazıda ele alalım.

Foto: 1 Mayıs 1977, İstanbul. (Alınteri dergisinin web sitesinden alınmıştır)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...