Türkiye'nin Depremle Olan İmtihanı (1)

Anadolu anakarası, girintili-çıkıntılı Ege ve Akdeniz kıyılarından ve özellikle hareketliliğiyle dünya çapında nam salmış Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattından da anlaşılabileceği gibi, yüzyıllardır süregelen ciddi yer hareketlerinden muzdarip, bir anlamda şanssız bir yarımada. Üzerinde yaşayan insanların tecrübe etmek zorunda kaldıkları büyük depremlere ve bilimadamlarının kapsamlı çalışmalarına rağmen, Türkiye toplumu, bir deprem ülkesinde yaşadığını ve buna göre yaşamını düzenlemesi gerektiğini, ne yazık ki ancak 1999 Gölcük depreminden sonra farkedebildi. Bu -gecikmeli- farkına varma ve kabullenme hali, bu depremin geniş ve nüfus yoğunluğu fazla olan bir alanı yıkıcı bir şekilde vurmuş olması kadar, depremin, Türkiye ekonomisinin candamarı sayılan ve bu ayrıcalığından ötürü, medyada yer tutma açısından, her zaman Türkiye'nin diğer bölgelerine oranla alenen kayırılagelmiş olan Marmara Bölgesi'ni, bilimadamları açısından sürpriz sayılmayan, ancak deprem dersine yüz vermeyen toplumun hazırlıksız yakalandığı bir anda, derinden sarsması ile açıklanabilir.

Evet, Türkiye, çoğumuzun keyifle adlandırdığı gibi cennet vatan Türkiye, maalesef bir deprem ülkesi. Bu acı gerçeği, iyi kötü -nihayet- kabullenmiş durumdayız. İnsanların, konunun gerektirdiği ciddiyeti, artık konuşmalarına, davranışlarına ve biraz da yaşamlarına yedirdiklerini gözlemlemek mümkün. Ancak, Türkiye, tozlu raftan kafasının üzerine düştükten sonra eline almak zorunda kaldığı deprem kitaplarının, henüz sadece birinin kapağını kaldırmış ve onun da daha ilk sayfalarını biraz merakla, biraz da telaş içerisinde karıştırır durumda. Sözkonusu kitap, depremin yer fiziğine bağlı olarak davranışını açıklayan teorik bir içeriğe sahip olduğundan, toplumun bu denli teknik bir metni anlaması -doğal olarak- beklenemez. Dolayısıyla, bu kitabı satır satır okuyarak bitirmeye heveslenmek, Türkiye insanının, İstanbul merkezli daha şiddetli bir depremin beklendiği bu dönemde, zaman kaybetmesine yolaçacak fuzuli bir meşgaledir. Bunun yerine, raftan düşen konuyla ilgili diğer referans kitaplarına, örneğin; "depreme hazırlanma", "deprem sonrası izlenecek yol haritası", "depremle yaşamak", "konut seçim kriterleri" başlıklı yardımcı kaynaklara dikkatimizi yoğunlaştırmak, çok daha yerinde ve gerçekçi bir tercih olacaktır.

Yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, Türkiye, daha yolun başında. Üstelik, "hafıza-i beşer nisyanla maluldür" sözünün en sık ve en çok gerçeklendiği bir toplumdan sözediyoruz. Sadece deprem konusuna özgü değil bu hafıza kaybı, Türkiye'nin birçok hayati meselesinde, toplumun çeşitli saiklerle, yaşananları hızla tüketip unuttuğunu görüyoruz. Bazen iş, hafıza kaybının da ötesinde, balık hafızalı olmaya kadar varıyor. Bu hafıza sorunsalının; zamanı ve tarihi sadece bugünle özdeşleştiren, geçmişten kopuk, geleceği umursamayan bir bugün tahayyülünü insanlara empoze eden, böylece gününü gün etmeyi özendiren modern kapitalist yaşam tarzıyla da yakından ilintili olduğunu bir dipnot olarak düşelim. Ancak, Türkiye toplumunun yaşam pratiklerinde gözlenen; sorunları görmezden gelme, sorunlar boyunu aşınca, -Ahmet İnsel'in tedavüle soktuğu o güzel deyimde de ifade edildiği gibi- sorunları derin dondurucuya kaldırma ve peşinden orada unutup hiçbir şey olmamış gibi davranma alışkanlıkları toplamının, kapitalist düzenin sunduğu unutma imkanlarının serpilip boy vermesi için çok elverişli bir saha olduğunu da teslim etmemiz gerekir.

Bu, Türkiye'ye özgü, tehlikeli boyutlara varan nisyan halinin en somut örneği, deprem karşısında sergilenen yaklaşımlarda kendini gösteriyor. Böylesine -mecazi anlamda falan değil düpedüz gerçek anlamda- yaşamsal önem taşıyan bir konuda, hem de sadece 6 yıl önce canı fena halde yanmış bu ülke, birçok sorunda olduğu gibi, yine bir yüzeysel ilgiye ve bu pusulasını şaşırmış ilginin ötesinde, kafasına düşen deprem kitaplarını biraz inceledikten sonra kenara koyma ihmaline ve kaderci bir rehavete teslim olmuş gözüküyor.

Büyük İstanbul depremi arefesinde, toplumu esir alan ve neredeyse genetik kodlarımıza işlemiş nisyan hastalığından beslenen bu umursamaz hava, beni fazlasıyla endişelendiriyor. Bu nedenle, bu hassas ve derin konuyu, çeşitli yönleriyle, bir süre ele almak istiyorum. Bu yazı dizisi, zaman zaman rahatsız edici öğeler de içerebilir, bunu çok doğal karşılıyorum, çünkü sorun, hiç abartmadan söylüyorum, bir ölüm-kalım meselesi. Tehlikenin boyutları ise gerçekten çok büyük, şakaya gelir bir yanı yok. Sadece bu tehlikenin gerçek anlamıyla farkına varmamızı, deprem dersinde konsantre olmamız gereken asli konuları hatırlamamızı ve bu tehlikenin gerektirdiği ciddiyeti, duyarlılığı ve özeni, bu konudan esirgemememizi hedefliyorum.

Foto: Gölcük 1999, Mark Aschheim. (Mid-America Earthquake Center'ın web sitesinden alınmıştır)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Öncelikle elinize sağlık. Hemen hemen Düzce depreminin 6 yıl sonrasında, hala aynı evlerde, aynı şehirlerde, yeni irkilmelere ve irkiltmelere gebe fay hatlarının üzerinde yaşamaya devam ederken böyle bir yazıyla karşı karşıya kalmak güzel oldu. Aslında ağaçların zorlu geçen yıllarda yaş halkalarina eklenen koyu halkalar gibi bizlerin de içimizde bir yerlere acılarıyla ve kayıplarımızla işledigine şüphem yok; ancak yüzyıllarca göçebe olarak yaşamış bir toplum olmaktan mıdır, yoksa yüzyıllarca insanların, yönetenler gözünde kafa sayısı dışında çok bir öneminin olmamasından mıdır bilmem, takmamız gereken olaylara takmamayi öğrenmişiz. Bu amneziyi genetik yapımızın yanı sıra de değişimin hızına bağlıyorum. Burada da değindiğiniz kapitalizm sorunsalı ortaya çıkıyor benim için; ben değişimin, kapitalizmin farklı yaklaşımlarını doğurduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla benim suçlu adayım değişim. Eskiye göre çok hızlı değiştiğimiz, dönüştüğümüz gerçeğiyle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız belki de. Değerlerimiz hızla değişiyor, hatta değersizlik değer haline gelebiliyor zaman zaman. Çok daha kaygan bir zeminde valsten polkaya dönen yaşam biçimlerimize belki altımızdakiler de ayak uydurmaya çalışıyor.
Tomek dedi ki…
Doğrudur, değişimle birlikte üzerinde durduğumuz zemin hızla kayganlaşıyor. Ama dünya üzerinde değişimden nasibini almayan bir yer var mı? Bence önemli olan -ister tsunami boyutunda olsun, ister usulca kumsala vuran bir tarzda olsun- değişim dalgasından, aklımızı kullanarak faydalanmasını bilmek. Yoksa, değişimi bahane etme kolaycılığına kaçmış oluruz.
Bence -değişimden biraz da bağımsız olarak- unutma, hem de bu denli hızlı ve yaygın unutma, bize özgü bir hastalık. Sorunlarımızı çözme yaklaşımımız, hasıraltı edip gözden kaybetmekten ibaret. Bu kaçış, geçici bir ferahlama yaratsa da, bir zaman sonra aynı sorunlarla karşılaşmaktan bizi kurtarmıyor. O nedenle, biraz incelendiğinde, Türkiye tarihinin, çeşitli döngüler halinde kendini tekrarlayan olaylar zinciri şeklinde ilerlediği ve bu süreç boyunca, toplumun biteviye bir deja vu ruh hali içerisinde yorgun düştüğü görülüyor. Bu konuya, deprem özelinde, devam eden yazılarda girmeye çalışacağım.
Adsız dedi ki…
çok üzüldüm onların ailesi ne acılar çekiyordur kim bilir o depremde olan çocuk lar mimar öğr olacaktı ama şimdi o çocuklar cadırların önünde çamurdan ev yapıyor:(

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...