Plaza - Son sözler... (4)

Bir süredir kurcaladığım plaza konusuna bir nokta koymaya geldi sıra. Son olarak, plazadan içeri bir adım atmış ve ilk izlenimlerimi aktarmaya çalışmıştım. Dedektördü, turnikeydi derken bütün engelleri aştıktan sonra içeriye sızmayı başardığınızda, plaza hayatının, aslında modern kapitalist toplumun her gün tekrarladığı bir iş ritüelinden başka bir şey olmadığını gözlemliyorsunuz. Büyük şehirlerde her sabah görmeyi kanıksadığımız yoğun araç trafiği, bir müddet sonra, plazalara akın eden insanların turnike önlerinde oluşturduğu kuyruklara dönüşerek ortadan kayboluyor. Uzayıp giden turnike kuyruğu ise, bu engeli aşan insanların bu kez de tıpış tıpış asansör sırasına girmesiyle, turnike ardına taşınarak sürüyor. Asansörler yardımıyla katlarına dağılan plaza çalışanlarının yerlerine oturmasıyla birlikte, ritüelin sabah faslı nihayete ermiş oluyor.

Bu işleyiş, özellikle çalışanların üzerlerindeki üniformamsı takım elbiseleri de hatırlandığında, askeri bir intizam görüntüsü veriyor. Katlardaki mimari plan, plazadan plazaya geometrik farklılıklar gösterse de, genel olarak, bitişik nizam bir çalışma alanı yaratılacak şekilde tasarlandığı için, çalışan insana çok sınırlı bir hayat alanı bırakıyor. Bazı plazalarda, kübik denilen ince ve hafif panellerden oluşan paravanlar, bu çalışma alanlarının sınırlarını belirliyor. Kübik yüksekliğinde bir cimrilik sözkonusu, böylece bir plaza çalışanı, oturduğu yerden bile, her yönden rahatlıkla görülebilecek bir konumda çalışmak zorunda. Bu yerleşim, muhtemelen, çalışanın sadece işine odaklanmasını ve başka bir işle meşgul olmamasını hedefliyor. İlk bakışta, böylesi bir ortamda, etrafta her an görülebilecek en ufak bir hareketin bile insanın dikkatini kolaylıkla dağıtabileceği düşünüldüğünde, bu hedefin tutturulması zor gibi gözüküyor. Ancak, bu çalışma düzeni içerisinde, ayakta görüntü vermekten çekinen çalışanların fazla hareket etmemeyi ve sadece monitörlerinin karşısında mıhlanmış bir şekilde oturmayı, kah yönetimin baskısıyla, kah bir özdenetim alışkanlığıyla benimsemesi, bu tehlikeyi(!) ortadan kaldırıyor.

Yerlerinde oturmaya özen gösteren çalışanlar, bu çalışma alanı içerisinde, basit bir özel telefon görüşmesini dahi rahatça yapamaz aslında, çünkü o telefon konuşmasına, çalışanın çevresini saran komşu çalışanlar ister istemez kulak misafiri olur. Zaten, insan doğasına uymak gibi bir kaygısı olmayan, aksine, o doğayı kendi güç mantığı içinde dönüştürmeye çalışan plazalarda, insanın özel hayatına saygı gösteren düzenlemeler beklemek biraz safdillik olur. Öyle ya, orası bir işyeri, insan da makinenin bir çarkı olarak sadece işine bakmalı, hayat denen şey de işten başka nedir ki...

Çalışanların bu şekilde içselleştirdiği iş disiplini, beraberinde, durağan bir gündelik yaşantı pratiği getiriyor ve zamanla dışarıya bir pencere açmak kimsenin umrunda olmayan bir ayrıntıya dönüşüyor. Dışarıya pencere açmak derken, hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda bir pencere açmayı kastediyorum. Temel insani ihtiyaçlar arasında yer alan hava alma, soluklanma ihtiyacını bile unutuyor insanlar plazalarda, tersine, steril bir hayat yaşadıklarına dair yaygın bir yanılsama içine düşüyor bu insanlar; göz ve eklem rahatsızlıklarına ek olarak alerjik hastalıklara davetiye çıkaran, herhangi bir hastalığı salgın boyutuna taşıma potansiyelini içinde barındıran bu ortamı, "steril" olarak adlandırmak çok ironik, bunu plazanın gücüne biat etmenin yarattığı bir körlük, bir bilinç kaybı olarak yorumlamak daha doğru olacak sanırım. Bu noktada, plaza çalışanlarının, serinin ilk yazısında da vurguladığım gibi, alt-orta sınıflardan geldiği ve bir an önce sınıf atlamaya hevesli bir kitle olduğu dikkate alınırsa, güce atfedilen değerin böylesi illüzyonlara yolaçması daha iyi anlaşılabilir.

Dışarıya pencere açmanın gerçek anlamıyla ilişkili olarak sorunlar bunlar, mecazi anlamda bakarsak, gücün verdiği güvenle, insanlar şehre ve diğer insanlara tepeden bakmayı adet haline getiriyorlar ve plazanın yarattığı yabancılaşma böylece kendini yeniden üretiyor. Bir plaza işine kapağı atıp kendini kurtarmayı hedefleyen beyaz yakalılar, zamanla, güce entegre oluyor ve o kibirle birlikte, diğer insanları, kendileri dışında kalan hayatı gönül rahatlığıyla görmezden gelmeya başlıyor.

Plaza-insan ilişkisi, oldukça bereketli bir konu, ama ben bu konuda yeterince konuştuğumu düşünerek burada durmak istiyorum. İster kuşbakışı, ister cepheden olsun, isterse plazanın kalbinden olsun, nereden bakarsak bakalım, plaza, soğuk ve sevimsiz görüntüsüyle, sakil ve iğreti duruşuyla, insana çok uzak bir yerde duruyor, ama duruyor işte, bütün o meydan okuyan heybetiyle, hem de her büyük şehrin kalbinde yükselen sayısız örnekleriyle. Sonuç olarak, insana yabancılığı bu kadar aşikar olan bir yapının nasıl olup da bu kadar yaygınlaştığını anlamak için epey gayret sarfettim bu dizi boyunca, ama dürüst olmak gerekirse, bu ilişkiyi çözemediğim gibi kafam biraz daha karıştı, siz ne dersiniz?

Karikatür: Dilbert animasyon serisi, bölüm 212. (Vikipedi'den alınmıştır)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...