Depremini Bekleyemeyen Ülke (2)

1999 Gölcük depremi ertesinde, Türkiye'nin deprem ülkesi olduğuna uyandığı bir döneme girdiğini, ancak henüz yolun başında olduğunu daha önceki bir yazımda ele almaya çalışmış ve yakın zamanda İstanbul merkezli yıkıcı bir depremin beklendiğinden hareketle, konuyu işlemeye devam edeceğimi söylemiştim. Kaldığımız yerden devam edelim. Sözkonusu İstanbul depreminin büyüklük bakımından Gölcük depreminden aşağıda kalır bir yanının olmayacağını öngören bilimadamları, son 2000 yıl içinde kaydedilmiş depremleri inceleyerek bu depremin 2030'a kadar gerçekleşme ihtimalini %62 olarak hesaplamış durumdalar.

Beklenen İstanbul depremi konusunda yapılan çalışmalara bağlı olarak yapılan hesapların sonucunda ortaya konulanın, aslında bazı öngörüler olduğunu not ederek ve bu hesaplamaların detaylarına girmeden şunu söylemek gerekir: Evet, bu bir öngörüdür, çeşitli kabullere bağlı bir metodoloji sonucunda elde edilmiş bir olasılık değeridir karşımızdaki. Ancak, ortada, bilimsel bir değer taşıyan ciddi bir çalışma olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Yani, ay tutulması, güneş tutulması gibi doğa olaylarının yer hareketlerini tetiklemesi veya yeraltı sularında deprem öncesinde bazı değişimler gözlemlenmesi ya da karınca hareketleriyle depremler arasındaki olası bir bağıntının incelenmesi gibi ham, geçerliliği tartışılır, hatta safsata düzeyinin ötesine geçemeyen bir öngörüden sözetmiyoruz. Tersine, dünya üzerinde deprem bilimi hakkında çalışan, farklı disiplinlerden gelen bilimadamlarınca kabul görmüş ve literatüre geçmiş bir metodolojinin ürettiği bir öngörüdür önümüzdeki.

Türkiye toplumu, ne yazık ki, okuma edimine "uzaktan bir akraba" muamelesini reva gördüğü ve dolayısıyla herhangi bir bilim dalıyla "gitmesek de görmesek de, orda bir bilim var uzakta" merkezli bir ilişki kurduğu için, beklenen İstanbul depreminin gerçekleşme ihtimali üzerine fazla kafa yormuyor. %62'nin anlamını çözmeye ve buna göre hazırlanmaya uğraşmıyor. Bilimsel bir sonucun ya da öngörünün kesinlik içermemesi hoşuna gitmiyor. Zaten -özellikle bilim sözkonusu olduğunda- araştırmayı, öğrenmeyi sevmeyen toplum, deprem dinamiği üzerine bir şeyler öğrendikçe, konunun boyunu aştığını hissedip alelacele, yaşadığı kafa karışıklığının da etkisiyle, bilimin sunduğu verilere gereken ilgiyi göstermez olmaya başlıyor. Bunun yerine, Türkiye toplumu, kolaycılığa kaçmayı seçiyor.

Kolaycılık, kendini üç farklı şekilde gösteriyor. Toplumun bir kısmı, yukarıda anılan, öznel ve tartışmalı yöntemlere, özellikle depremin tam olarak ne zaman ve nerede gerçekleşeceğine dair vaadettiği kesin bilgi sunma iddiasının büyüsüne kapılarak, yüzünü dönüyor. Veya, otoriteye olan tarihsel düşkünlüğün etkisiyle, toplum, medyada öne çıkan ve böylece uzmanlığı kendinden menkul, "bir bilen"i kendince tescil ederek konuyu, uzmanlarına -büyük bir memnuniyetle- bırakma yolunu tercih ediyor. Son olarak ise, geleneksel kaderci bakış açısıyla "olacağı varsa olur" ya da "Allah'ın dediği olur" şeklinde yaklaşıyor toplum depreme.

Bu kolaycı zihniyet, bu üç yoldan hangisini seçerse seçsin, beraberinde, bu ölümcül meselede dahi, bir rahatlama, gevşeme hissini getiriyor. Mesela, İstanbul'da artık, kime sorsanız, evinin zeminin kaya olduğunu öğreniyorsunuz. İnsanlar, nereden ve nasıl bu bilgiyi edinmişler bilemiyorsunuz. Ya da zeminin ne kadar değişken olabileceğinden, kayalık bir zeminin dahi, içerisinde düzensizlikler ya da zayıf bölgeler taşıyabileceğinden haberleri var mı, onu da anlayamıyorsunuz. Sadece, mesnetsiz bir inanma ve bu inanca bağlı bir rehavet havası görüyorsunuz insanlarda. Belki de, sorunlarımızın azameti karşısında başvurduğumuz o kronik "derin dondurucuya kaldırma", görmezden gelme ve böylece sorunu unutma hastalığımız depreşiyor bir kez daha.

Bu kolaycı zihniyete ait bir başka garip davranış biçimi ise, artık binlerce insanın, teletext üzerinden Kandilli Rasathanesi'nin sürekli güncelleyerek yayınladığı deprem raporlarını izlemesi. Bunun kime, ne gibi bir faydası var, belli değil. Depremi anlamaya üşenen insanlarımızın, sadece ve sadece Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğunu her dakika gözümüze sokmaktan başka bir anlam ifade etmeyen o rakamların tefsirine girişmesi, acı bir ironi yaratıyor aslında.

Depremle, hayatımızın birinci derecede muhatabı olması gereken bir meseleyle, bu şekilde bağlarımızı koparmak, ona yabancılaşmak gibi bir lüksümüz yok. Bolca eleştirdiğim bu yaklaşımların üzerine, bir sonraki yazıda, %62'lik olasılığı duyduktan sonra ne yapmamız ve depreme hazırlıktan ne anlamamız gerektiğine girmek istiyorum.

Foto: İzmit 1999. (BBC'nin web sitesinden alınmıştır)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Sayın editör,
Son post'unuzun üzerinden 15 gün geçmiş bulunuyor. Bu ne tembellik. Bana mı güveniyorsunuz? Güvenmeyiniz.
.k

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bakmaya devam (2)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Yazmak ya da "verba volent scripta manent"...