İkinci Maç - Oyuna bir çelme (2)

Bu, Türkiye için yeni sayılmayacak bir taktikti. 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme maçları kapsamında, 2 Nisan 2003'te Sunderland'de karşılaştığımız İngiltere'ye yenildikten sonra, Türkiye, 11 Ekim 2003'te İstanbul'da İngiltere'yi ağırlayacağımız rövanş maçı öncesinde, benzer bir atmosfere girmişti. İlk maçta, rakip, tıpkı İsviçre gibi, istekli tribünleri önünde, agresif bir oyun çıkarmıştı ve yine İsviçre maçındaki gibi, 2-0'lık bir skorla yenilmiştik. Rövanş maçına, ilk maçta hem üzerimize çullanan tribünlerin hem de saha içinde maruz kaldığımız hırslı mücadelenin acısını çıkarmak adına, İsviçre maçı için benimsediğimiz gerilimi tırmandırma politikasına benzer bir şekilde bilenerek hazırlandık. Sonuç, tutuk bir oyundan sonra, 0-0'lık bir beraberlikti. Gerilimi tırmandırmak, oyuncularımıza yaramamıştı ve bir kez daha, profesyonel futbolcularımızın duygularını kontrol edemeyişine, oyuna konsantre olmak yerine, üretkenlikten uzak bir hınçla rakip oyunculara saldırışlarına tanıklık ettik. Ayrıca, İsviçre'de milli marşımızın ıslıklanmasını dilimizden düşürmediğimiz bugünlerde, şu detayı da hatırlamakta fayda var: İngilizler'i konuk ettiğimiz bu maçta, İngiliz milli marşı, tribünlerin yoğun ıslıkları altında çalınmıştı. Hem de ilk maçta, böyle bir saygısızlığı Sunderland'de görmediğimiz halde...
Buna rağmen, geçmişten ders almaya yanaşmadık ve daha 2 sene önce yaşadıklarımızı unutup aynı hataya tekrar düştük. İsviçre'ye karşı oynadığımız ikinci maçta, sergilediğimiz oyuna ve Dünya Şampiyonası biletini kılpayı kaçırmamızla sonuçlanan 4-2'lik galibiyete bakıldığında, bu kez, bu taktik tutmuş gözüküyor. Ancak, maalesef, bu taktiğin bilançosu, kantarın topuzunu kaçırdığımız bir evsahipliği fiyaskosu oldu. Maç sonunda rakibe karşı kontrolsüzce gerçekleştirdiğimiz fiili saldırıların faturası ise, dünyaya rezil olmanın yanısıra, 2010'da düzenlenecek Dünya Şampiyonası'ndan men edilmeye kadar varabilecek ağır cezaları beklemeye başlamak oldu.
Maçın başında, İsviçre milli marşını sükunet içinde dinleyerek medeni olmamalarından şikayetçi olduğumuz İsviçre'lilere güzel bir ders verme fırsatını ıskalayan tribünler, maç boyu, sahaya bir şeyler yağdırarak medeni olma meselesini dert edinirken ne derece samimi olduğumuzun ipuçlarını vermiş oldu böylelikle. Maç sonu ise, futbolseverler için gerçekten çok talihsiz görüntülere sahne oldu. FIFA Başkanı Blatter'in haklı olarak vurguladığı gibi, Dünya Kupası vizesini baraj maçları sonunda almayı başaran takımların biri dışında hepsi, bu başarılarının tadını doyasıya çıkarıyordu 16 Kasım'ın 17 Kasım'a dönmek üzere olduğu saatlerde, o takımın adı İsviçre'ydi ve yine Blatter'in söylediği gibi, zaferlerine sevinmek şöyle dursun, maçın bitiş düdüğüyle birlikte, adeta hırsızlar gibi oyun alanını koşarak terketmek zorunda kaldı.

Türkiye'ye geldikleri uçaktan daha körüğe adım attıkları anda, burunlarının dibinde eli bayraklı Havaş çalışanlarını bulan, havaalanında 2.5 saat bekletilen ve bu süre zarfında yarım metre mesafeden, polis gözetiminde tacize uğrayan, çıkışta bindikleri otobüs, yumurta yağmuruna tutulan İsviçre kafilesi, işte bu anılarla ayrıldı Türkiye'den. Oysa ortada bir oyun vardı sadece. Evet, artık endüstriyellemiş bir spor dalı futbol, naif yaklaşımları kaldıramayacak kadar paraya dayalı bir yapısı var, ama sonuçta sadece bir oyun. Kitlelerin aşık olduğu, oyun varyasyonları ve zenginliğiyle büyük ilgi gören, keyif veren bir spor dalı, popüler bir eğlence. Peki, kritik maçları ölüm-kalım meselesi olarak kodlayan, oyundan zevk almaya değil oyun üzerinden kişisel güdülerini tatmin etmeye bakan biz, ne zaman sakinleşip oyunun güzelliğinin farkına varabileceğiz? Ya da bizi olur olmaz her yerde, barbarlıkla itham edenlere "evet, barbarız, hem de en alasından" diye haykırarak mı cevap veriyoruz? Yoksa niyetimiz bağcıyı mı dövmek? Bereket, Mehmet Özdilek'in, yaptığı hareketten ötürü özür dileyip görevinden ayrılması bir nebze ferahlatıyor yüreğimizi de, gelecek günlerde oyuna gereken saygıyı göstereceğimize dair bir umut yeşeriyor içimizde...
Foto 1: Fatih Terim, 16 Kasım 2005 İstanbul. (Berliner Morgenpost web sitesinden alınmıştır)
Foto 2: Mehmet Özdilek, 16 Kasım 2005 İstanbul. (Turkworld.ch web sitesinden alınmıştır)
Yorumlar