Ankaralı Gözüyle Şehr-i İstanbulin

Editörün notu: Serbest Stil'in yaklaşık 1 aydır yaşamakta olduğu ve editörünün de acz içinde seyirci kaldığı atalet durumuna gönlü elvermeyen hayırsever bir Ankaralı Serbest Stil sever, editöre bir yazı gönderdi. Editör, son 1 aydır yetim bıraktığı blog'una sahip çıkan ve böylece editörünün yüzünü kızartma pahasına bu değerli katkıyı sunan Başak hanıma teşekkür ederek bu yazıyı sizlerle paylaşmaya karar verdi. Noktasına, virgülüne dokunmadan yayınlıyoruz; buyrun:

Bir hafta kadar önce bu yazı, ne zaman bir Ankaralı ve İstanbullu (burada aidiyet eklerini aristokrat bir zihniyetle değil, doğrudan doğruya kendini o kent yahut şehre ait hissetme bilincine tekabül etmek üzere kullanıyorum) bir araya gelse açılacak olan Ankara-İstanbul kıyaslaması mevzuunun anlamsızlığına temas etmek üzere yazılmaya başlanmıştı ve şu cümlelerle girişmişti yazar bu işe:

"Sohbet, hemen daima şöyle başlar:

Yahya Kemal'e sormuşlar, Ankara'nın en çok neresini seviyorsun, diye; o da demiş ki, en çok istasyonu seviyorum. Neden, demişler; İstanbul'a oradan dönüyorum da ondan, demiş.

Oysa, hep kaçırılır gözden, İstanbulluların Ankara'yı 'kurmaya' geldikleri o günlerde Ankara'da sadece üç kamusal mekân bulunmaktadır; Büyük Millet Meclisi (artık Eski Meclis olarak anılan, Ankara Palas'ın karşısındaki Meclis binası), Ankara Palas ve bugünkü Ankara Garı'nda, varlığını Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak sürdüren Direksiyon binası ile eklentilerinden oluşan Ankara İstasyonu. Ünlü şairin 'mebus' da olmadığı göz önünde bulundurulursa, çok da seçeneği yokmuş hani.

Zannedildiğinin aksine, Ankara, o günlere gelininceye kadar hep bir 'köy' olarak yaşamamıştır tarih sahnesinde. Kaç kişi bilebilirdi ki, Ankara'nın gelişmiş bir Roma ve Selçuklu şehri iken, yoksul bir Anadolu köyüne dönüşmesinin temelinde yumuşacık tüylü sevimli Ankara tavşanının, Güney Afrika'da da yaşama kabiliyetine sahip olmasının yattığını. Şehrin temel ihracat (evet evet düpedüz ihracat) ürününün temin edildiği bu sevimli yaratık, Güney Afrika'da da yaşayabilmeye başlayınca, -gavurun uygun pazarlama yöntemleri sayesinde- Ankara ihtişamlı 'şehir' günlerine veda etmiş ve Batı Anadolu hattının kilidi olarak kabul edilen bir savunma kalesi işlevi görmekten öteye gidememiştir.

Ta ki, Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin ardından, şehre gelip de Ankaralılar'ın kendisine olan kesin ve açık güvenini yaşayıncaya kadar. Paşa, 27 Aralık'ta zafer kazanmış bir kumandan olarak şehre geri döndüğünde, Ankaralılar'ın hazırlamış oldukları nümaşayı görünce hüzünlenmiş, 'Ankaralılar, bize hiç kimsenin inanmadığı zamanda inanmışlardır, biz mücadele azmini Ankaralılar'ın bu güveninden aldık. Zafer kazanmış bir kumandanı her yerde fener alaylarıyla karşılamaları doğaldır, ama Ankaralılar'ın buna gerek duymamaları gerekir' demiştir. Ankara, Mustafa Kemal'in Ankarası'dır."

Aradan geçen süre içinde yazarımız kendisini ancak bir eist en polin seferinin paklayacağını düşünerek bu şehre intikal etmiş ve temas edilmesi gereken asıl meselenin bu şehirle kentin kıyaslanması olmadığını; asıl Ankaralılarla İstanbulluların kıyaslanması gerektiği sonucuna varmıştır. Mutlaka bir kıyaslama yapılması gerekiyor mu? Elbette hayır. Ama madem, gizli de olsa böyle sinsi bir mücadele var, o zaman taraf tutmamanın tarafsızlık değil; bilakis yanlış tarafta yer almak anlamına geleceğini düşünüyorum:

Sahne 1: Ankaralı bunalmıştır; zihnini paklamak için Boğaz rüzgârı yemesi gerekmektedir. Alır Fatih Ekspresi'nden biletini, düşer yola.

Sahne 2: Ankaralı, özel bir otoda yanında arkadaşı (üstelik çok özlenen bir arkadaşı) olduğu halde, Birinci Köprü'den Boğazı geçmektedir. Hani, başına verdiği sadece 45 derecelik bir eğim, kendisini dünyanın merkezinde hissetmesi için yeterlidir: O ne muhteşem manzaradır öyle. Birden trafik durur, sadece bir saniyesini çevredeki araçların içindekileri gözlemek için ayırır. Birisi, yanındaki ile konuşuyor, diğeri elindeki bir şeylerle uğraşıyor, bir başkası tamamen boş gözlerle öndeki trafiğin akması bekliyor. Başına 45 derecelik bir eğim verme telaşında olan yok.

Sahne 3: Ankara'da üç kişilik bir grup. Sohbetin entellektüel seviyesi olabildiğince yüksek. Konu: Grubun Boğaz havasını henüz ciğerlerinde taşıyan en genç ve aynı zamanda sözü edilen seviyeyi en çok düşüren üyesinin, on beş yıllık plânları arasına aldığı İstanbul'da 'yaşama' hevesi.

Varılan netice: Ankara'yı İstanbullular kurmuşlardır; İstanbul'u yaşamayı sadece Ankaralılar becerebilmektedirler. Neden mi?

Cevap yerine: İstanbul'u sevmek her şeyden önce tarihi ve dahası sanatı sevmeyi gerektiriyor ve galiba biraz da deniz insanı olmayı; tuz kokusunu içine çekmek için, hava ne kadar soğuk olursa olsun iki dakikayı Galata Köprüsü'nde geçirmeyi göze almayı gerektiriyor. İstanbulluların ne yaşadıkları şehrin tarihini öğrenmek için (hadi sınayalım: Selimiye Kışlası'nın kuleleriyle Çamlıca Tepesi arasındaki bağlantıyı; Tünel'in, tam karşısındaki yüksek bacalı yapı ile ilişkisini; Barbaros heykelinin neden yüzünün meydana dönük olmadığını; iki yaka arasında halihazırda çalışan en eski vapurun hangisi olduğunu, İstanbul'un yüz farklı adından ikisini ya da vazgeçtim, bunlardan sadece birini cevaplayacak üç İstanbullu'yu, İstanbul'da, on dakika içinde bulabilir misiniz bana) ne bu şehirde icra edilen sanata el vermek için (20 Ocakta Ayşe Operetinde İstanbullu'dan çok Ankaralı olmayacağını garanti edebilir miyiz) ne de -10 derecede, sadece ama sadece bunaldığı için, Boğaz kokusu almaya gelmek için zamanları yok. Bunun yerine trafikte harcamak, trendy mekânlara kelebekler gibi üşüşmek için, ama en çok da 'daha fazla kazanmak' yahut 'daha fazla başarılı olmak' için ayırdıkları 'geniş zamanları' var. İşte o geniş zamanlarda Ankara'da çalışan, çalışmadığı çoğu zaman da ruhunu didiklemekten daha faideli bir uğraş bulamayan gri kent insanı, İstanbul'a ayırdığı 3o,5 saat içinde kendisini dünyanın hakimi hissedecek kadar çok güç toplayabiliyor; çünkü Napolyon'un dediği gibi: 'Büyük soru temel olarak değişmez: Konstantinopolis'e kim hâkim olacaktır'

Cevap: ralılaraknA.

.k

Not: Şehir-kent terminolojisi için bkz.Kılıçbay, M. A. : Şehirler ve Kentler, Ankara 2000.
Not 2:Parantezdeki tarih soruları için e-mail atın : zindandelen@msn.com
Not 3: Parantezdeki tarih sorularının cevapları için atılan maillere cevap verileceği garanti edilemez.

Foto: Boğaziçi Köprüsü. (istanbulinfolink web sitesinden alınmıştır)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Adsız dedi ki…
Bir İstanbullu Ankaralı olmaya alışabilir, çünkü keçmekeş değildir burda hayat, huzur dolar her anında, arkadaşlıklar değerlidir, çünkü paylaşıldığında artar Ankara'nın kıymeti, oysa İstanbul öyle mi, her anı yaşam dolu, sen istesen de istemesen de içine işliyor doğallığı (her ne kadar kaldıysa) ama işte o ruh eksik İstanbul'da insanlığın erdemi ile yoğrulan kardeşlik, dosluk duygusu eksik, İstanbul Batı, Ankara Doğu, İstanbul liberal, Ankara muhafazakar, İstanbul'un milleti yok ama Ankara tam Türk, her neyse İstanbul'u gezmek güzel, Ankara'yı yaşamak....
Adsız dedi ki…
Bu şehir insana tuzak kuruyor
bu şehir insanı uzak kılıyor
bu şehir insanı hayli yoruyor
bu şehir insanı hep kandırıyor...
Hangi şehir olursa olsun bir süre sonra güzelliklerini değil, şehrin karışıklığını görmeye başlıyosun heralde. O yüzden farketmez ha İstanbul ha Ankara!!! Ben kafamı kaldırdığım da şehrin güzelliğini göremeyeceksem eğer demek ki şehri şehir yapan içindekiler olacaktır. O yüzden Ankara Ankara güzel Ankara... diyorum :)
Basak dedi ki…
İşte yazarın anlattığı nedenlerden dolayı diyorum ki ben de; İstanbul yaşanılası değil gezilesi bir yerdir. İçinde ikamet eden için zor bir kent. Şöyle güzel, sakin, temiz bir yerde yaşayacaksın, arada sırada İstanbul'a gelip tadını çıkaracaksın. Bir basketbol maçına gidelim diyorsun hayatın yollarda geçiyor, bir konsere gideyim diyorsun trafikte boğuluyorsun. Günlük gidiş gelişlerin sıkıntısı olmasa sırf konser, sergi veya maç için bu yollara katlanılır da, gerisini anlamam zor yahu! Gerçi alışıyorum yavaş yavaş ama çok büyük yahu! Bir de havası çok pis. Bana bunları unutturamayacaksınız çünkü hep hissediyorum!

Ve şimdi asıl meseleye gelelim. Görüyorum ki karşımızda iki tembel insan var. Birisi kendi sitesine yazı yazmaya üşenip kendisi yerine yazacak iyi bir yazar bulmuş. Diğeri de site kendisinin olsa ilgilenemeyeceğini bildiği için "Arada bir yazarım, siteyle de sahibi ilgilensin canım" deyip kendisine tembel bir site sahibi bulmuş. Eyvallah ne yapalım; mecburuz takip etmeye!
Adsız dedi ki…
Istanbul bir yana diger sehirler bir yana. Her zaman Istanbul'dan ayrildiktan sonra en mutlu oldugum an tekrar sehre ayak bastigim an. Bunu aciklamak da cok kolay degil. Belki de seytan tuyu demek lazim. Istanbul'u sevmeyene sevdirmek zor geliyor, cunku aski da akilla rasyonalize edemiyorum. Ayni sey Ankara icin de gecerlidir muhtemelen, bunu sehirlerin mucadelesine donusturmek, benim sevgilim seninkinden soyle guzel, boyle tatli sacmaligiyla sonlanacak cikmaz bir sokak olur. Hangi sehre gittiysem hepsi sadece birkac gunluk anlamsiz sevme gayretleriyle gecti, donus yine Istanbul, tek olan yine o. Aslinda olay Ankara degil, Istanul ve digerleri benim icin. Her sehrin birbiriyle karsilastirilabilecek ve farklilastirabilecek tarihleri var. Yogun bir cabayla kultur ve sanat etkinlikleri ya da herhangi bir faaliyet her sehirde canlandirilabilir birgun; ama aslolan sehrin algilanan kisiligidir. Istanbul'da beni en cok ceken olgu, ben ne kadar yoksam onun beni o kadar varettigi ve o ne kadar yoksa benim onu o kadar varedebildigimdir. Ask bir tanima ya da bilme yukumlulugunden daha cok yogun bir hastaliktir bana gore. Bircok Istanbul severin bu sorulara yanit verebilecegini varsayarak(!), herhangi bir vapurunda; ki bunun en eskisi olmasi da onemli degil, yudumlanan cayin yanina katik edilen sigaranin zevkini anlatabilecek biri var midir?
Adsız dedi ki…
Bu son yorumla birlikte duruma müdahale etme gereği tam olarak domuş bulunuyor. Her şeyden önce, bu yazı, herkesin diline pelesenk olmuş İstanbul-Ankara kıyaslaması üzerine kurulu değil. Dünya üzerinde İstanbul'dan daha muhteşem bir şehir olduğuna inanmıyorum zaten. Yazı, esas itibariyle, İstanbulluların içinde bulundukları şehri "yaşamamaları" veya daha da derine inersek, hayata karşı duruşlarının, "İstanbul'u yaşamaya elverişli olmaması" üzerine kurulmuş idi. Belki de bu algılamanın bir Ankaralı tarafından dile getiriliş şekli, ister istemez mevzuu, "benim sevgilim seninkinden güzel" noktasına taşıdı. Haş'a! İstanbul'dan güzel sevgili mi olur!
.k
Basak dedi ki…
İstanbul'dan güzel sevgili olur, neden olmasın ki? Her İstanbullu Başak'ın da söylediği gibi İstanbul'u yaşayamıyor. Neden? Çünkü içinde yaşamak zor! Güzel yanları da var elbette ama tamamen güzel değil benim gözümde. Ankara güzel mi? Yoo, o da değil? Peki yok mu daha güzeli? E vardır elbette, dünyada daha bir sürü yer var, gezip görmek lazım. Gezip görmeden laf üretmek kolay aslında.
Hem güzellik her şey mi canım? :))
Ve bu arada aslında benim için en güzeli sadece bir yerde ikamet etmek zorunda olmamak, gezip durmak. Ne bileyim, arada bir gelip kafanı dinleyeceğin ufak bir evin olacak ama yılın büyük bir bölümü gezip tozmakla geçecek. Oooh!
Neyse, sitenin sahibi yeni post atmış, artık bu mevzuları uzatmayalım, kızar belki kendisi!
Adsız dedi ki…
"İstanbul yaşanılası değil gezilesi bir yerdir."

bu dusunceyi ifade eden bir yorum yazacaktim. neyseki onceden gonderilmis yorumlari okudum. ayni seyi tekrar yazmama gerek kalmadi.

1. fakat sunu belirtmek isterim: aslinda bir yandan istanbullu-ankaralı karsilastirmasi. bir yandan degil. cunku ankarali bir insani alip istanbul'a koyarsaniz, muhtemelen yazarin da hemfikir olacagi gibi, ankarali orada yasamaya basladiktan bir sure sonra "istanbullu" olacaktir ve o da kesmekesin icinde kendini yitirecektir.

2. istanbul'da 5 sene yasadim. en cok taksimden zevk aldim (sadece bara gitme anlaminda degil elbette). tarihe pek ilgi duymam. o yuzden yazarin sordugu sorularin cevabini bilmiyorum ve bir sehrin tarihine hakim olmadan da o sehirden zevk alinabilecegini dusunuyorum.

3. yazinin girisinde "yahya kemal... zamanin ankarasinda bulunan 3 kamu binasi..." kisimlarini okuyunca, yeni bitirmis oldugum bir kitaptan (yakup kadri karaosmanoglu - "zoraki diplomat") asagidaki bolumu buraya bir yorum olarak degil, fakat bir katki olarak yazmanin farz oldugunda kanaat getirdim:

"...Yahya Kemal, ilk defa milletvekili olarak Ankara'ya geldigi gün, oturdugu hanın penceresinden havada ucusan leyleklere melul melul bakarak: 'hey mubarek kuslar' dermis; 'biz buraya milletin emriyle gelmis bulunuyoruz. ya siz ne halt ettiniz de dunyanin nice guzelim yerleri dururken su colun ustune usustunuz?' ..."
Tomek dedi ki…
Editör, bu konuya dair birkaç söz söyleme ihtiyacı duyuyor. Aslında, daha önce de ifade etmek mümkündü bunları, ancak editörün uzatmalı kış uykusu buna elvermedi bir türlü.

Yazının, Ankara ile İstanbul'u kıyaslama gibi bir derdi yok, laf aramızda iyi ki de yok, çünkü iki şehir arasında çok bariz bir sıklet farkı var.

Bence, İstanbul'un tadını çıkarmak, değerini bilmek, Ankaralılar'ın ya da başka bir insan grubunun tekelinde olamaz. Ankaralı yazarın bu değerlendirmesi, fazlasıyla özneldir bu anlamda. Kaldı ki, insanları, içinden çıktıkları ya da doğup büyüdükleri ya da karınlarını doyurdukları şehirlerle bir aidiyet ilişkisi içinde tanımlamak ve buna göre davranışlarını kodlamak da sorunlu bir yaklaşım. Ama bunları bir kenara bırakarak, daha nesnel bir gözle dışarıdan bakılırsa ve yazarın nihai sorusuna cevap vermek gerekirse, İstanbul'a kim hakim olacaktır, bunu bugünden söyleyebilmek zor. Bunun en önemli sebebi, İstanbul'a bugün kimlerin hakim olduğunu söylemeye çalışırken bile tıkanıp kalışımızdır biraz da. Şehrin çoğunluğunu oluşturan ve yıllardır varoşlarında yaşadıkları bu şehirde Boğaz'ı bir kereliğine bile olsa görmemiş olanlar mı? Para kazanma, dolayısıyla para harcama gibi bir derdi olmayan ve şehrin tadını sonuna kadar çıkarabilen, şehrin şanslı azınlığını teşkil eden burjuva elitler ve küçük burjuvalar mı? Şehrin yerel yönetimini uzun süredir elinde bulunduran, ama Osmanlı'nın çokkültürlülüğü hoşgören geleneklerinden nasibini almamış islamcı zihniyet mi?

İstanbul'a bugün hakim olan -iyisiyle, kötüsüyle- kaotik ve kakofonik bir çoksesliliktir. Sanırım, yarın da bu böyle olacak.
Adsız dedi ki…
Birkac gün önce, artık son olduğunu tahmin ederek, bir yorum daha göndermiştim, sanirim teknik nedenlerden ötürü yayınlanamadı. Açıkçası hâlâ yorumlar geldiğini görmek çok keyifli.
Gelelim son sözlerime:
1. Yazıya yerleştirilmiş tek hata Yahya Kemal'in mebusluğu değildir. İlki ortaya çıkarılmış olmasaydı bu konuya ilişkin olarak ebediyete kadar susmayı tercih edecektim. Madem bir genius loci çıktı, belki bir meraklı daha çıkar. Bu bilinçli hatalar dost meclislerinde de söylediğim gibi çocukluk hayallerinin iade-i itibarı ile ilgili, herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemem.

2.İstanbul'a dair dile getirilmiş ve dahası dile getirilecek olan herhangi bir yorumun öznel düşüncenin sınırlarını aşmasının mümkün olmadğını düşünüyorum.

3. Sınırlı bir kitle tarafından da olsa bir dönem "yazar" olarak anılmanın keyfini tadmak... Sanırım geleceğe yönelik plânların eksenini hafifçe(en az 45 derece!) eğecek denli etkileyici oldu. Bu sebeple sevgili editore, yorumda bulunanlara teşekkür ederim.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Plaza - Dışarıdan bir bakış (1)

Orda, Bir Salgın Var Uzakta

Zyklon B - "Bunları Biliyor muyuz?" Köşesi